İspanya, İrlanda ve Norveç otoriteleri, 28 Mayıs Salı günü, Filistin devletini resmen tanıdıklarını ilan etti. Geride bıraktığımız aylarda Barbados, Jamaika, Trinidad ve Tobago ve Bahamalar hükümetleri de bu yönde karar aldı. Böylelikle dünya genelinde Filistin’i devlet olarak tanıyan ülkelerin sayısı 146’ya yükseldi. Halihazırda Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin tamamına yakını ile Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinin yaklaşık yarısı Filistin’i tanıyor. Son kararlarla birlikte ilk kez bazı Batı Avrupa ülkeleri de bu topluluğa dahil oldu. Karara öncülük eden İspanya Başbakanı Pedro Sanchez, başkenti Doğu Kudüs olan, Gazze Şeridi ve Batı Şeria’yı içine alan tek ve birleşik Filistin devletinin bağımsızlığını tanıdıklarını ve tüm taraflarca mutabakata varılmadığı müddetçe 1967 sınırlarında hiçbir değişikliği kabul etmeyeceklerini vurguladı.
1967 sınırları neden önemli?
Bilindiği gibi 1967 savaşı öncesindeki sınırları kapsayan Filistin devleti, 15 Kasım 1988'de Yaser Arafat tarafından Cezayir’de ilan edildi. Filistin aralarında Türkiye’nin de olduğu 13 ülke tarafından aynı gün tanındı. 1988'in sonuna kadar tanıma kararı alan ülkelerin sayısı ise 80'i geçti.
Filistin devletinin kurulma sürecinde 1988’de yaşananlarla bugün tanık olduğumuz süreç bazı bakımlardan paralellikler taşıyor. O tarihte Arafat’ın sürgünde bağımsızlık bildirisini açıklamasını doğuran bir numaralı sebep, bir önceki yılın son günlerinde Birinci İntifada’nın patlak vermesiydi. On yılların biriktirdiği dinamiklerin sonucu olarak başlayan intifada, başka sonuçların yanında, unutulmaya başlamış Filistin sorununu yeniden dünyanın başlıca gündem maddelerinden biri haline getirmişti. Bağımsız Filistin devletinin ilanı sahada sınırlı sonuçlar getirse de tüm tarafların rıza göstereceği bir çözüm arayışının uluslararası platformlarda daha güçlü bir şekilde dillendirilmesinde en etkili faktörlerden olmuş, bu girişimler 1991 Madrid Konferansı ve 1993 Oslo Anlaşması’nı beraberinde getirmişti.
7 Ekim’de başlayan Aksa Tufanı da bir yandan Filistin sorununun neredeyse tamamen unutulduğu, pek çok Arap devletinin İsrail’le normalleşme anlaşmaları yapmaya hazırlandığı ancak Gazze’nin yaşanabilir bir yer olmaktan çıktığı, Batı Şeria’da ise toprak gasplarının ve yerleşimci saldırılarının giderek arttığı ve Kudüs’ün Arapsızlaştırılması girişimlerinin hızlandığı koşullarda ortaya çıktı. Savaş Filistinlilerin “biz varız ve buradayız” mesajının tüm dünyaya güçlü bir şekilde ulaşmasını beraberinde getirdi. Ayrıca İsrail’in kısa süre içinde, Filistin tarihinde eşi benzeri görülmeyen bir yıkıma ve soykırıma girişmesi, milyonlarca Filistinlinin kendi toprağında ve güven içinde yaşayacağı bir formülün bulunmasını elzem hale getirdi.
Mutlak egemen Filistin devletine giden yol
“Aksa Tufanı”nın ilk günlerinden itibaren pek çok yorumcunun ortaklaştığı nokta, eski statükoya geri dönüşün mümkün olmayacağı yönündeydi. Olasılıklar arasında bölgesel bir savaş, Gazze’nin tamamen işgal edilmesi ve 2 milyondan fazla sakininin sürgün edilmesi veya tersinden, İsrail’in yıkılmasına doğru gidecek bir sürecin başlaması da zikrediliyordu. Bu senaryoların 3'ü de hala gerçek olasılıklar olarak önümüzde duruyor olsa da hepsinin zayıf olasılıklar olduğunu da belirtmek gerekir. En kuvvetli ihtimal, benzer savaşların tekrarlanmamasını sağlayacak bir formülün uluslararası mutabakatla hayata geçirilmesi ve 1967 sınırlarında bir Filistin devletinin küresel kabul görmesidir.
Elbette burada Filistinlilerin iradesi ve tercihleri mutlak surette dikkate alınmalıdır. El Fetih on yıllardır iki devletli çözümü savunurken, Filistinli siyasi hareketlerin bir kısmı halen bu modeli tarihsel Filistin’in tamamının dekolonize edilmesi hedefinden vazgeçme olarak görüyor ve bu sebeple reddediyor. Hamas’ın bu konudaki pozisyonu ise yeterince net değildir. Hareketin 2017 tarihli yeni politika belgesi bir yandan 1948’e kadar Filistin olarak adlandırılan toprakların tamamını özgürleştirme hedefini vurgularken, öbür yandan diğer hareketlerle bir ortaklaşma zemini olarak 1967 sınırlarında bir devlet hedefine açık olduklarını ifade ediyor. Hareket içindeki görüş ayrılıklarının yansıması gibi görünen bu durum Filistin devletini tarihsel hedeflere ulaşma yönünde sıçrama tahtası olarak görme şeklinde yorumlanabilir.
Bu noktada sorulması gereken can alıcı soru ise, olası Filistin devletinin tam olarak nelere sahip olacağı ve olmayacağıdır. Başta Doğu Kudüs olmak üzere, uluslararası toplumun da Filistin toprağı olarak gördüğü herhangi bir bölgeden vazgeçmenin hiçbir Filistinli tarafından kabul edilmesi söz konusu olamayacağı gibi, örneğin Batı Şeria’daki İsrail yerleşim birimlerinin boşaltılmayacağı, bu sınırlar dahilinde herhangi bir İsrail varlığının kalacağı, yahut tam teşekküllü bir Filistin ordusunun kurulmayacağı bir model de kabul görmeyecektir. Dahası böyle bir model “çözüm” niteliği de taşımayacaktır; tıpkı Oslo sürecinde olduğu gibi, barış karşılığında pek çok şeyden feragat etme anlamına gelecek ve son kertede kuvvetle muhtemelen başarısız olacaktır. Bir başka deyişle Filistin devletinin kabulü kadar önemli olan husus, bu devletin tam ve mutlak egemenlik haklarına sahip olmasıdır.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne (BMGK) 18 Nisan’da getirilen, Genel Kurul’a Filistin devletini tanıma tavsiyesinde bulunma yönündeki karar taslağının sadece ABD tarafından veto edilmesi, daimi üyelerden İngiltere’nin çekimser kalması, Fransa’nın ise Rusya ve Çin’le birlikte kabul oyu vermesi, önemli kilometre taşlarından biriydi. İspanya, İrlanda ve Norveç’in tanıma kararı da bir başka kilometre taşı oldu. Başta Türkiye olmak üzere pek çok aktörün ısrarlı çabaları da tüm taraflarca biliniyor. Ancak hem bu girişimlerin başarılı olup olmayacağı hem de olası bir Filistin devletinin nasıl bir muhtevaya sahip olacağı, önümüzdeki yıllara yayılacak ve çetin mücadelelere sahne olacak bir sürecin sonunda belli olacaktır.
[Dr. Selim Sezer, İstanbul Gedik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesidir.]
* Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Orta Doğu Haber'in editöryal politikasını yansıtmayabilir.