“Teröre başvurulmasaydı, Yahudi bağımsızlığının o tarihte elde edilmesi pek mümkün olmazdı.”
(Kudüs İbrani Üniversitesi Truman Araştırma Merkezi'nden Mordechai Nisan)
7 Ekim Aksa Tufanı akabinde İsrail, Gazze’de intikam ve yeniden işgal amacıyla insanlık tarihinin en yoğun ve yıkıcı bombardımanına girişti. Şehit düşen Gazzelilerin sayısını hiçbir zaman bilemeyeceğiz keza yaşanan soykırımın ve yıkımın yol açtığı maddi-manevi hasarı ve bedeli de... Ama bunların hiçbiri yeni değil. Belki tek yenilik, tarihin artık kameralar önünde ve çok daha ölümcül silah sistemlerinin kullanımıyla tekerrür etmesi diyebiliriz. İngiliz manda döneminde özellikle 1936-1939 Büyük Arap İsyanı’yla başlayan, 1948’de etnik temizlikle devam eden ve işgal altında bugünlere gelen süreçte Filistinliler defalarca silahlı şiddete maruz kaldı, sevdiklerini yitirdi, yersiz yurtsuzlaştı, mülksüzleşti, fakirleşti ve acılarıyla kendi kaderlerine terk edildi. Son 9 ayda 76 yıllık hikayenin hızlandırılmış bir özetini izliyoruz sadece.
BM siyonist diplomasinin önünü nasıl açtı?
Siyonist önderlerin 1900 yıl sonra Filistin’e geri dönerek demokratik bir Yahudi devleti kurma hedefi, işgali ve etnik temizliği beraberinde getirir. Nitekim 1880’lerde başlayan Doğu Avrupa’dan göçler sonucunda –İngilizlerin 1917 Balfour Deklarasyonu’yla "milli yurt" kurulmasına verdiği desteğe rağmen– 1947’ye gelindiğinde Filistin’de Yahudi nüfusu yüzde 8’den ancak yüzde 30’a çıkar, elde edebildikleri toprak parçası da Filistin’in sadece yüzde 6’sı kadardır.
Siyonistler, İngiliz manda döneminde bir yandan müstakbel Yahudi devletinin kurumsal temellerini atarken diğer yandan işgal ve etnik temizlik planlarını hazırlarlar. Kullandıkları uluslararası siyasi ve diplomatik araçlara ilaveten 1939’da silahlı Siyonizm de devreye sokulur. Bugünkü terminolojiyle tipik birer terör örgütü olan siyonist çeteler (Hagana, Irgun ve Stern), silahı 1940’larda sadece Filistinlilere değil, müstakbel Yahudi devleti önünde en büyük engel olarak görmeye başladıkları İngilizlere karşı da kullanırlar. İngiltere, 1944-1947 arası Yahudilerin silahlı isyanı karşısında meseleyi Birleşmiş Milletlere (BM) havale eder.
29 Kasım 1947’de Amerika Birleşik Devletleri (ABD) baskısıyla kabul edilen ve iki devletli çözümü öngören BM Taksim Planı, siyonist diplomasi için tam bir zaferdir. Zira 70 yılda ancak yüzde 6’lık toprağa ve yüzde 30’luk nüfusa sahip olabilen Yahudilere, müstakbel devlet için Filistin’in yüzde 56’lık kısmı ayrılır. Ancak burada yaşayan yüz binlerce Filistinlinin varlığı, demokratik bir Yahudi devleti kurmanın önünde engeldir. İşte bu noktada siyonist çeteler üç aşamalı etnik temizlik politikasına girişir.
Siyonist çetelerin 3 aşamalı etnik temizlik politikası
Önce birbirinden kopuk Yahudi kolonileri arasında yer alan Arap topraklarını işgal etmek için C Planı'nı devreye sokarlar; Mart 1948’e gelindiğinde Filistin nüfusunun yüzde 5’ten azı sürülerek 30 köy insansızlaştırılır. Ancak siyonist hedefler için bu yeterli değildir. BM planında kendilerine tahsis edilen yüzde 56’lık alanın ötesine geçip Kudüs de dahil mümkün olduğunca fazla toprak elde edebilmek ve demografiyi tamamen değiştirebilmek amacıyla bir D Planı hazırlarlar. İktisadi yıkım ve psikolojik harp eşliğinde fiili saldırıyı içeren bu D Planı, Filistinlilerin kitlesel göçünü ve mülteci meselesinin doğuşunu tetikler. Özellikle Deir Yasin, Tantura, Duveyme, Ebu Şuşa, Safsaf, Beled eş-Şeyh gibi köylerden yayılan kan dondurucu katliam haberleri, kitleleri terörize edip panik içinde kaçmalarını sağlamada etkili olur. Öyle ki sadece 1 Nisan-15 Mayıs tarihlerinde 182 köy boşaltılır, Filistin şehirleri ele geçirilir. Akabinde başlayan ilk Arap-İsrail savaşında ve ateşkes sonrasında da etnik temizlik politikası sürer. Böylelikle siyonistler, 1950’lere gelindiğinde 1300 Filistin yerleşiminin yarısını tamamen yerle bir eder, ardından buraları ya ormanlık alana, park-bahçeye ya da yeni Yahudi yerleşimlerine dönüştürürler. 1947’den 1949’a gelindiğinde kontrollerindeki Filistin toprağını terör taktikleri ve savaşla yüzde 6’dan yüzde 78’e çıkartmış olurlar. Kalan kısımları Ürdün ve Mısır kontrolüne alır.
Peki bu süreçte çeteler neler yapar? Köyleri kuşatırlar, direnen köylerde çocuk-kadın demeden katliama girişirler, genç erkekleri olabildiğince çok infaz ederler, mahalleleri bombalarlar, evleri –içinde yaşayanlarla birlikte– havaya uçururlar, tarlaları ateşe verirler, evlerde kalan değerli eşyaları çalarlar, molozlara mayınlar yerleştirerek kaçanların geri dönmesini engellerler, Hayfa gibi yoğun nüfuslu şehirlerin dar sokaklarına benzin ve dinamit dolu varil bombaları atar, havan toplarıyla bombalarlar; hoparlörlerden Filistinli kadınların başka yerlerde kaydedilmiş çığlıklarını yayınlarken bir yandan da “Hayatını seven kaçsın, Yahudiler zehirli gaz ve nükleer silah kullanıyor” anonsu yaparlar. Kadınlara tecavüz haberleri de kitlesel kaçışlarda önemlidir. Daha evvel siyonistlerin her saldırısında direnen köylerin ahalisi bile panik içinde ayrılır.
1948 Savaşı’nda 15 bin Filistinli hayatını kaybederken 1,4 milyon Filistinliden 800 bini (yüzde 60’ı) mülteci konumuna düşer, aileler paramparça olur. Ancak göç yollarında ve sığındıkları yerlerde susuzluktan, hastalıktan, sıcaktan, denizde boğularak veya siyonist çetelerin kurşunuyla ölenlerin sayısı bilinmez.
İsrail kurulduktan sonra da etnik temizlik sürer. İsrail içinde kalan 156 bin Filistinliden 30 bini (yüzde 15’i) 1950’lerin ortalarına gelindiğinde ülkeden kovulur. Dünya Yahudileri ise 1948’den itibaren yeni devlete akar. Filistinlilerin çiftlikleri, hayvanları, bağ-bahçeleri, fabrikaları, bankalardaki paraları, yıkılmamış güzel evleri, eşyaları, sanat eserleri, kıyafetleri, ata yadigarı her şey adeta savaş ganimeti gibi Yahudilerin eline geçer.
Savaştan sonra yitirdiği evini görmek, değerli eşyalarını veya geçim kaynaklarını almak, kaybettiği aile bireylerini ve akrabalarını bulmak için sınırdan sızmaya çalışan mülteciler çok şiddetli cezalandırılırlar. Öyle ki sızmaların olduğu Batı Şeria ve Gazze’deki noktalar vurulur, Mısır ve Ürdün hedefleri bombalanır, 1949-1956 arası çoğu silahsız binlerce Filistinli sınırı geçmeye çalışırken öldürülür veya yaralanır.
Bu arada fiziki katliamlara bir de hafıza katliamı eklenir. Daha savaş esnasında Filistin yerleşimlerinin ve coğrafi yüzey şekillerinin isimleri, Tevrat ve diğer dini-tarihi metinlere göre arkeologlarca İbraniceleştirilir ve 1300 yıllık Arap geçmişi bağı kopartılmaya çalışılır.
Mülteciler çadırlarda sersefil hayat mücadelesi verirken topraklarından hiç ayrılmayan Filistinliler İsrail vatandaşlığı alır ama hayatları daha iyi olmaz. Zira siyonizmin sömürgeci-yerleşimci projesinin ilk elden ve en uzun şahidi onlardır. Kendi topraklarında “istenmeyen misafir”dirler; “stratejik ve demografik tehdit” sayılarak 1966’ya kadar OHAL düzenlemeleriyle sıkı bir askeri yönetim altında tutulurlar. 1967’den sonra Gazze ve Batı Şerialılar da benzer bir askeri işgal yönetimi altına alınacaktır. Askeri valilere Filistinlilerin hayatının her alanını kontrol için; nüfusu sürgüne yollama, keyfi gözaltı, idari (yargılanmadan) tutukluluk, güvenlik veya kamu yararı adına topraklara ve mülklere el koyma, süresiz sokağa çıkma yasağı, köylerin giriş-çıkışlarını daimi kontrol, seyahati engelleme, vakıflara el koyma gibi alanlarda sınırsız yetki verilir. Şehirlerde kalanlar ya civar köylere sürülür ya da şehirlerin en fakir mahallelerinde oluşturulan küçük gettolara gönderilir. İlk yıllar tel örgüler ve çitlerle çevrili küçük alanlarda ikamet etmeye zorlanırlar. Daimi aşağılanma, mülksüzleşme ve marjinalleşmeye maruz kalırlar. Toprak sahipliği, su kaynaklarına erişim ve arazi satın alma hakları kanunla ellerinden alınır.
Devam eden Nekbe
Filistinliler, 1948 Savaşı sonunda düştükleri hale Nekbe yani "Büyük Felaket" derler. Nekbe; evi, vatanı, onuru, her şeyi yitirmenin ve paramparça olup dağılmanın adıdır. 1948’de yaşanıp bitmiş bir hadise değildir, 76 yıldır devam etmektedir. Vatansız kalan Filistinliler ve onların nesilleri sığındıkları ülkelerde binbir türlü sıkıntılarla boğuşurlar. İsrail’in her yaptığı katliamın yanında kar kalması, yargılanmaması, dokunulmaması Nekbe’nin devamlılığını sağlayan temel faktördür. Kurucu elitler, 1948’de toprakların tamamını ele geçirmemiş olmanın pişmanlığı içinde sınırları genişletmek için sürekli fırsat kollar. Hatta 1956’da Gazze ve Sina’yı işgal ederler ama ABD’nin ve SSCB’nin tehditleri karşısında geri çekilmek zorunda kalırlar. Gazze’nin sadece dört aylık bu işgalinde 1000 Filistinliyi öldürürler.
1967’de altı günde topraklarını üç kat genişleterek hayallerine fazlasıyla ulaşırlar ama bu sefer kontrollerine giren büyük Arap nüfus karşısında Yahudi devleti olma vasfını yitirme endişesine kapılırlar. Tam da bu yüzden 1967 Savaşı akabinde işgalcinin tehditleri veya oyunlarıyla 300 bine yakın Filistinli yani Batı Şeria’daki nüfusun yüzde 20’si ve Gazze’dekilerin yüzde 10’u Ürdün’e göçüp ikinci kez mülteci olur. Ayrıca işgal sırasında (7 Haziran 1967 itibarıyla) yurt dışında olan hiç kimsenin geri dönüşüne izin verilmez yani yurt dışında okuyanlar, çalışanlar veya turistik seyahatte olanlar vatansız kalırlar. İzinsiz geri dönmeye çalışanlar yakalandığında vurulurlar. Topraklarını hiç terk etmeyenler ise İsrail işgali ve asker yöneticilerin OHAL altında, kademeli etnik temizlik ve mülksüzleştirme odaklı, hukuk kılıflı keyfi uygulamalarıyla türlü felaketlere düçar olurlar. Siyonistler için "Büyük İsrail"i inşa edebilmenin tek yolu, daimi bir kurumsal şiddete başvurmaktır tam da bu yüzden Filistinlilerin en ufak bir silahlı veya barışçıl direniş girişimi tanklar ve ağır silahlarla bastırılır.
Bu arada 76 yıldır siyonist politikaların mağduru sadece Filistinliler de değildir; komşu ülkelerdeki milyonlarca Mısır, Ürdün, Lübnan ve Suriye vatandaşı da –tıpkı buralardaki kamplarda yaşayan Filistinli mülteciler gibi– İsrail’in "misilleme" kisvesi altındaki saldırıları ve bilfiil işgali yüzünden ya kalıcı olarak ya da belli bir süreliğine yerinden yurdundan olur, çok canlar yitirirler.
İmajına çok önem veren ve varlığını "ahlaki" temellere dayandıran İsrail, “etnik temizlik” argümanına karşı “nüfus transferi” tabirini kullanır. Tıpkı Batı Şeria’nın çevresini kuşatan 8 metre yüksekliğinde son teknoloji ürünü türlü güvenlik aygıtlarıyla teçhiz edilmiş ırkçı-ayrımcı duvar için “güvenlik çiti” demeleri, ordunun resmi adının “İsrail Savunma Ordusu” olması ve “dünyanın en ahlaklı ordusuna sahibiz” diye övünmeleri gibi... Yıllardır İsrail’in hem siyasi ve dini lideri hem de işgalci yerleşimciler, geriye tek bir Filistinli dahi kalmayacak şekilde yeni bir “nüfus transferi” çağrısını giderek daha fazla dillendiriyorlardı. 7 Ekim 2023'ü, bu hayali sadece Gazze’de değil, Batı Şeria ve Kudüs’te de gerçekleştirmek için bir fırsat bildiler.
Peki Siyonistlerin Filistinlilere yönelik vahşi politikalarının temelinde ne var? İnsanoğlu muhatabını insan dışılaştırmadan veya tekfir etmeden kolay kolay katliama başlamaz. 7 Ekim’den sonra Savunma Bakanı Yoav Galant, Filistinliler için “insansı hayvanlar” demişti. Bu bakış yeni değildir. Temel dertleri, Avrupa’daki Yahudi sorununa çözüm üretmek ve devletlerini inşa etmek olan siyonist önderler, daha ilk göçlerden itibaren yerli Arap nüfusun varlığını reddeder ve onları ya bedevi ya da yabancı hatta istilacı sayar, dolayısıyla gelecek planlarına dahil etmezler. Theodor Herzl günlüklerinde Filistinlilerin nasıl sinsi yöntemlerle kaçırtılması gerektiğini anlatır. Siyonist tarih yazımında ise etnik temizliği ve mülteci meselesini yok sayma ve sorumluluktan kurtulma amacıyla Filistinlilerin hiçbir zaman var olmadığı ispatlanmaya çalışılır. Ülkenin Golda Meir gibi başbakanları da Filistinli diye bir halk olmadığını savunur. Filistinli mülteciler meselesinin ortaya çıkışında hiçbir sorumluluk kabul edilmez; Arap devletlerinin yönlendirmesiyle kendi kendilerine toprakları terk ettikleri iddiasındadırlar.
İsrail, silah gücüyle ve terör taktikleriyle kurulur, silah gücüyle ve devlet terörüyle ayakta kalır.
Çünkü silahlı çetelerin liderleri ve milisleri yani etnik temizliğin mimarları ve uygulayıcıları, bağımsızlık sonrası başbakanlık dahil en kritik makamları doldururlar. David Ben-Gurion, Menahem Begin, İzak Şamir, Ariel Şaron, Moşe Dayan gibi isimler koltuklarını geçmişte işledikleri katliamlarla "hak eden"lerdir. Misilleme doktrininin mimarı Genelkurmay Başkanı Moşe Dayan’a göre İsrail ilanihaye eli kılıçla yaşamak zorundadır. “Biz yerleşimci nesliyiz; çelik miğfer ve silah namlusu olmadan ne bir ağaç dikebilir ne de bir ev kurabilirdik. (…) Bu, neslimizin kaderi, hayat tarzımızdır. Tek seçeneğimiz, hazırlıklı olmak, silahlanmak, güçlü ve kararlı durmaktır" der. Yönetici elitin, askeri işgalin insan gücünü, refah düzeyini, itibarı, özgüveni ve siyonist ideolojiyi güçlendireceği beklentisi, işgalin ve etnik temizliğin tekrarlanmasının temel nedenidir.
Kaynaklar:
Felaketi Gördüm: Filistinliler 1948’de Yaşadıklarını Anlatıyor, (haz.) Alâ Ebu Dahîr, İz Yayıncılık, 2011.
David Hirst, Silah ve Zeytin Dalı: Ortadoğu’da Şiddetin Kökenleri, İyidüşün Yayınları, 2015.
Ilan Pappe, Yeryüzünün En Büyük Hapishanesi: İşgal Altındaki Toprakların Tarihi, Küre Yayınları, 2023.
Ilan Pappe, Unutulmuş Filistinliler, Küre Yayınları, 2020.
Avi Shlaim, Demir Duvar: İsrail ve Arap Dünyası, Küre Yayınları.
Radvâ Âşûr, Tanturalı Kadın, Ketebe, 2019.
Jean-Pierre Filiu, Gazze Tarihi, Bilge Kültür Sanat, 2016.
“The Nakba did not start or end in 1948”, el-Cezire, 23.5.2017, https://www.aljazeera.com/features/2017/5/23/the-nakba-did-not-start-or-end-in-1948
“Massacres and the Nakba”, Al-Majdal Magazine, sayı 7, Güz 2000, https://www.badil.org/publications/al-majdal/issues/items/489.html.
[Zahide Tuba Kor, Ortadoğu uzmanı, yazar ve mütercimdir.]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Orta Doğu Haber'in editöryal politikasını yansıtmayabilir.