Suriye'de 'iç savaşın içerisindeki iç savaşlar' neden bitmiyor?

Abone Ol

Suriye rejiminin ağır ekonomik sorunlarla yüz yüze olduğu ve siyasi açıdan bir ölüm - kalım savaşı içerisinde bulunduğu artık kimse için sır değil. 2011 yılından bu yana Şam rejimine karşı yürüttükleri mücadelenin pek de müspet bir evresinde bulunmayan muhalifler ise sürekli kendisini tekrar üreten ve çatışmaya dönüşen fikir ayrılıklarından muzdarip. İç içe geçmiş katmanlar halindeki fikir ayrılıkları, askeri ve ekonomik çıkarların ihtilafı ya da politik temelli anlaşmazlıklar muhaliflerin kontrolündeki bölgelerde yaşanan silahlı çatışmaların asıl sebepleri gibi görünüyor. Ortadoğu uzmanı Harun el Esved'in 'iç savaşın içerisindeki iç savaş' olarak tanımladığı bu durum esasında organik bazı temellere sahip. Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekatlarıyla fiilen Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu güçlerinin kontrolüne geçen bölgeyi Suriye Geçici Hükümeti yönetirken, Halep'in batısındaki küçük cepten başlatıp Lazkiye'nin kuzeybatı kırsalına kadar uzanarak içerisine İdlib'in önemli bir bölümünü de alan bölgeyi ise Tahriru'ş Şam'ın oluşturduğu Kurtuluş Hükümeti yönetiyor. Milyonlarca insanın yaşadığı ve 2011 yılından bu yana istikrarsızlığın devam ettiği bu bölgelerde yaşanan ihtilaflar, sadece Suriyeli grupları değil bu grupların uluslararası sistem nezdindeki hamisi gibi görülen Türkiye'yi de etkiliyor.

2015 yılında henüz El Kaide'ye fiilen bağlıyken Halep'in kuzeyindeki güçlerini İdlib, Halep, Hama ve Lazkiye kırsalına çeken Nusra Cephesi'nin Halep'in kuzeyindeki gruplarla yaşadığı ihtilaflar bugün politik zeminde anlamını kaybetse de hala önemini koruyor. Aslında Suriye'nin kuzeyindeki hattı tutan Suriye Milli Ordusu güçleri ve Tahriru'ş Şam güçlerinin her ikisi de artık Türkiye'nin oluşturduğu politik ve askeri çatının birer parçası konumunda. Fakat kökleri ‘iç savaşın içerisindeki iç savaşa’ dayanan uyumsuzluk hala bölgedeki gruplar içerisinde belirleyici. Zaman zaman fiili çatışmaya dönüşecek gibi olmasına rağmen gerilimin zirve yaptığı bir noktadan sonra iki tarafın da geri adım attığı bu ihtilaf sebebiyle Afrin ve İdlib arasındaki hudut kapısını andıracak kadar sıkı bir kontrolün olduğu geçiş noktaları mevcut. Suriyeliler, Suriye'nin bir bölgesinden diğerine geçerken söz konusu iki hükümeti veya grupları temsil eden istihbarat personellerinin onayına muhtaç. Sivillerin geçişinde nadiren sorun yaşansa da askeri gruplara mensup Suriyeliler için bu kontrol noktaları probleme sebebiyet verebiliyor. Dolayısıyla muhalif askeri grupların anlaşmazlıkları siviller için olması gerekenden daha büyük bir anlama sahip.

2013 - 2014 yıllarında Nusra Cephesi'yle yaşadığı sorunların ardından önce örgüt içerisinde darbe yapmaya çalışan, sonrasında Suriye ve Irak'ta devlet kurduğunu duyurup kendisine tabi olmayan bütün grupları tekfir eden (kafir olduklarını ilan eden) IŞİD, iç savaşın içerisindeki iç savaşların bir diğer aktörü idi. İdlib, Hama, Halep ve Lazkiye bölgelerinde önce Özgür Suriye Ordusu güçleriyle çatışmalar yaşayan grup, daha sonra içerisinden çıktığı ya da kendi iddiasıyla aslında Bağdadi'nin kurduğu Nusra Cephesi'ne ait askeri merkezleri hedef almaya başladı. Nusra Cephesi'nin Bağdadi'ye bağlı güçlerle ilgili henüz kafasının karışık olduğu evrede İŞİD, bu gruba ait silah depolarını bastı, grubun parasını muhafaza eden kişileri ele geçirerek önemli miktarda mali kazanım elde etti ve girme kararını çok önceden verdiği savaşa avantajlı şekilde başladı. Düne kadar yan yana savaştıkları kişilere karşı yeterince sert davranamayan Suriyeli muhalifler, bu hatalarının bedelini Halep'in batısından Irak sınırına kadar geniş toprak parçalarını bir daha geri dönemeyecekleri biçimde kaybederek ödediler. Nusra Cephesi, Ahraru'ş Şam ve daha pek çok grubun yüzlerce üyesini esir alan İŞİD, 'düşman'larını soğukkanlılıkla infaz etti veya muhalif grupların elinde esir olan üyelerini kurtarmak için takasta kullandı. Öldürülenlerin içerisinde Suriyeliler çoğunlukta olsa da IŞİD, öz hikayesinde önemli bir yeri bulunan yabancı savaşçıları da infaz etmekten geri durmadı. Örgütsel açıdan rasyonel nitelikli bir strateji kurgulayan İŞİD, elindeki askeri gücü çıkarı gereğince muhalifler ve Esed rejimi güçleri arasında çatışma yaşanan pek çok bölgede rejime avantaj sağlamak için kullandı. Bazen de yine çıkarları gereğince çatışmaya dahil oldu veya dahil olmaktan kaçındı.

İç savaşın içerisindeki iç savaş, Suriye rejiminin Hama kırsalındaki hattını İŞİD güçlerinin İdlib'e geçişi için açmasıyla da sona ermedi. Rejimin yol vermesiyle Hama kırsalından sayıları binlerle ifade edilen İŞİD üyesi İdlib'e geçti. Hatta örgütün lideri Ebubekir el Bağdadi de ABD tarafından İdlib'in Barişa bölgesinde öldürüldü. Anlaşılan o ki, örgütünü de bir süre İdlib'den yönetti. Nusra Cephesi'nin önce Şam'ın Fethi Cephesi ismini alması, ardından da El Kaide'den tartışmalı bir şekilde ayrılarak Tahriru'ş Şam ittifakının ana bileşeni haline dönüşme süreci örgütü İŞİD'e karşı daha da sertleştirdi. İdlib'de bombalı saldırılar düzenleyen ve Tahriru'ş Şam'ın istihbarat birimlerince yakalanan İŞİD üyeleri kısa bir mahkeme sürecinin ardından halka açık alanlarda infaz edildiler. Fiilen saldırıya kalkışmayan İŞİD üyeleri, yakalanmaları halinde hapsediliyorlar ve görüşlerini İdlib'de yaymalarına izin verilmiyor. İŞİD'e karşı benzeri bir motivasyon Suriye Milli Ordusu'nun kontrolündeki bölgelerde de mevcut. 2015 yılında Nusra Cephesi'nin bölgeden çekilmesinin ardından İŞİD, kuzeyli muhalif unsurları yoğun bir askeri baskı altına aldı. Dönem dönem Azez ilçe merkezine kadar ilerleyen İŞİD, Fırat Kalkanı Harekatı ile bölgeden çıkarılana kadar kuzeyli gruplara ağır acılar yaşattı. Bu nedenle İŞİD mensupları Halep'in kuzeyinde de ancak gizli hücreler şeklinde var olabiliyor. Bu hücreler zaman zaman ABD tarafından insansız hava araçlarıyla hedef alınıyor veya buradaki İŞİD mensupları Türkiye destekli gruplar tarafından tutuklanıyor. Mevcut durum gösteriyor ki, birbiriyle anlaşamayan muhalif gruplar aslında İŞİD'e karşı aynı noktada.

‘İç savaşlar’ın hikayesi bu kadarla sınırlı değil.

Ahraru'ş Şam ve Nusra Cephesi orijinli hareketler arasındaki ittifak, hem İŞİD'e karşı verilen mücadele ve Vadi Dayf'ın ele geçirilmesi sürecinde hem de İdlib'in düşürülmesi gibi büyük askeri başarılar kazanılırken muhalifler açısından büyük bir güçtü. Ancak Tahriru'ş Şam'ın kuruluş sürecinde, iki grup arasında devam eden birleşme görüşmeleri nedenin tam olarak anlaşılamayan büyük bir çatışmaya dönüştü. Elindeki en stratejik kazanım olan Babulhava Sınır Kapısı'nı kaybetmesiyle neticelenen iki büyük çatışmanın ardından Ahraru'ş Şam, ülkedeki en büyük ikinci askeri muhalif grup olma vasfını da kaybetti. Tahriru'ş Şam, her ne kadar Ceyşu'l Ahrar gibi güçlü grupların bünyesinden ayrılmasıyla güç kaybetse de çatışmaların yaşandığı süreçten galip çıktı.

Bir sonraki iç savaş ise Tahriru'ş Şam grubunun kuruluş sürecinde hareketin bir bileşeni konumunda bulunan Nureddin Zengi Hareketi ile yaşanacaktı. Aslında Nureddin Zengi Hareketi'nin kökleri 2013 - 2014 dönemine dayanan tartışmalı ilişkileri bu çatışmaların ana sebebi konumundaydı. ABD ile ciddi bağları bulunan grup, muhalif bölgelerde ciddi bir ehemmiyete sahipti. Elinde tuttuğu bölgelerde belediye hizmetlerini muntazaman gerçekleştiren Nureddin Zengi Hareketi, grup üyelerinin ABD tarafından eğitilmesi sebebiyle ciddi bir askeri kabiliyete sahipti. Zor şartlara rağmen üyelerine maaş ödeyebilen Nureddin Zengi Hareketi'nin bu görünümü her yönüyle tartışma konusuydu. Tahriru'ş Şam'ın kuruluş sürecinde ittifaka dahil olması da ciddi çatışma süreçlerinin ardından ayrılması da ABD ile ilişkilendirildi. Tahriru’ş Şam lideri Ebu Muhammed el-Colani'nin yönettiği unsurlara Nureddin Zengi Hareketi'ni hedef göstermesi haliyle çok zor olmadı. ABD'nin bölgede bu kadar büyük bir güce sahip olması Suriye'deki yabancı savaşçılar için hassaten tedirgin ediciydi. Zengi'ye karşı kolaylıkla konsolide edilebilen yabancı savaşçıların da etkisiyle grup, yaşanan iki büyük savaşın ardından ya büyük oranda yok oldu ya da Halep'in kuzeyine çekilmek zorunda kaldı. Daha önce yaşadığı iki büyük çatışmanın ardından bitme noktasına gelen Ahraru'ş Şam, bu savaşta Zengi'nin yanında yer aldı ve bu tercihin karşılığında Gab Ovası'na sıkıştı. Her iki grubun da sahada aktör vasfını kaybetmesi Tahriru'ş Şam'ı, tartışmalı olsa da, İdlib'de yegane aktör haline getiren sürecin ana amili konumundaydı.

Tahriru'ş Şam'ın bölgede yegane aktör olması tartışmalıydı, çünkü yaşanan iç savaşlar muhalif kamuoyunda grupla ilgili algıyı tahrip etmişti. Tartışmalar gittikçe büyüyordu, çünkü grup daha önce öne sürdüğü bazı iddialardan vazgeçme eğilimindeydi. El Kaide'den ayrılmasının ardından Suriye'de merkezi muhalif hareket olabilmek için söylemini daha mutedil bir çizgiye çeken grup ayrıca tekfir bahsinde daha dikkatliydi. Daha önce İŞİD tarafından tekfir edildiği için, tekfir olunmanın arkasından nelerin gelebileceğini fiilen tecrübe etmişti. Kazandığı iç savaşlarda, kendi içerisinde savaştıkları güçleri tekfir etme eğilimi gösteren unsurların ne kadar tehlikeli olabileceğini görmüştü. Grubun içerisindeki fetva makamları arasında gösterilen Ebu Yakzan el Mısri'nin Tahriru'ş Şam unsurlarına seslendiği ve Ahraru'ş Şam üyelerinin başlarından vurularak öldürülmeleri talimatını verdiği ses kaydının sızması bu sürecin en sarsıcı detayları arasındaydı. El Mısri, Ahraru'ş Şam üyelerini öldüren Tahriru'ş Şam üyelerinin bu fiilden Allah katında mesul olmayacaklarını ve vebalin kendisinde olacağını ifade etmekteydi. Her ne kadar grup daha sonra Ahraru'ş Şam hareketini veya Nureddin Zengi hareketini tekfir etmediğine dair açıklama yayınlasa da takip eden süreçte, yer aldığı iç savaşların hem kendi imajına ne kadar zarar verdiğini hem de Suriye rejimine nasıl bir fayda sağladığını açıklıkla görecekti. İdlib bölgesinde yaşanan her hadisenin faturası Tahriru'ş Şam'a çıkarken; grup, aynı zamanda Suriye rejiminin ilerlemesinden kaynaklı sorunları da sahada büyük oranda tek başına göğüslemek zorunda kalacaktı.

Geçmişte bir kez tekfir edildiği, dört kez ise tekfir etmese de düşmanlarını 'kafirlerle işbirliği içerisinde olmakla' itham ettiği iç savaşlara giren Tahriru'ş Şam, Suriye'deki grupları tek çatı altında toplama amacından vazgeçmiş değil. Ancak bunu 'teğallüb' (galip olma) yöntemiyle yapmak istemediği artık açık. Aslında projesinin merkezinde, Suriye'deki muhalifleri uzun süredir - belki de 2015'ten beri - tek başına himaye eden Türkiye'nin muhalif bölgelerdeki tek muhatabı olmak bulunan Tahriru'ş Şam, bu emeline büyük oranda erişmiş durumda. Bununla birlikte grup, içerisinde bulunduğu durumun istese de istemese de kendisini Türkiye ile ortak amaçlar gütmeye zorladığının farkında. Bu noktada oldukça pragmatik ve gerçekçi davranıyor olması da olağan. Ancak grubun en önemli farkı, geçmiş tecrübelerinden çıkardığı dersler neticesinde ürettiği yeni siyaseti kendi kimliğiyle icra etme noktasındaki ısrarı. Türkiye ile ittifak haline olmasına rağmen kontrolü altında tuttuğu bölgelerde İslam hukukunu tatbik eden Tahriru'ş Şam, bu yönüyle Suriye'nin geleceğinde bir aktör olarak varlığını korumak niyetinde. Devrim sürecinin önemli bir kısmını oluşturan İslami söylemlerin Suriye'nin geleceğindeki en baskın renk olmasını isteyen Tahriru'ş Şam'ın gösterdiği tavır bu nedenle önemli.

Suriye’de sahadaki gelişmeler üzerine çalışan kimi araştırmacılar, son dönemde El Kaide'ye bağlı olduğu öne sürülen Hurraseddin (HAD) grubuyla Tahriru'ş Şam arasındaki çatışmaların Türkiye'nin isteğiyle yaşandığını düşünüyor. HAD ve Tahriru’ş Şam arasındaki çatışmaların, Türkiye'nin İdlib'de faaliyet gösteren resmi unsurlarına yönelik saldırıların ardından başlaması da buna yoruluyor. Oysa birkaç yıl öncesine kadar birlikte hareket eden iki grubun, sadece dış faktörlerin tesiriyle birbirine düşmesi olası değil. Bu çatışmaların temelinde, 'tekfir' mefhumunun savaş sırasında konuşuluyor olmasının nasıl asimetrik sonuçlara yol açtığını gayet iyi bilen Tahriru'ş Şam'ın acı tecrübelere dayanan hassasiyetleri bulunuyor.

Uzun süredir gizli yürütülen 'tekfir' faaliyetlerinin M4 yolunda başlayan Türk-Rus devriyelerinin ardından alenileşmesi sürecin belki de en belirleyici aşaması oldu. Bir süredir fiilleri üzerinden açıkça tekfir olunsa da ismi alenileştirilmeyen Tahriru'ş Şam, Hurraseddin grubuyla çatışarak anlaşmazlıklarının yalnızca siyasi nedenlere dayanmadığını gösteriyor. 2014 yılında önce İŞİD tarafından tekfir edilen sonrasında ise neredeyse bitirilme noktasına gelen bir grubun, tekfir edildiğini anlamasının ardından böylesine bir tepki geliştirmesi garip değil. Kaldı ki bu tepki, sıklıkla ‘aşırılık yanlısı’ olmakla itham edilen bir grubun görüş değiştirdiğini göstermesi için bir fırsat.

Hurraseddin grubunun son iki yıl içerisindeki savaşlarda kendisini korumaya gayret etmesi, muharip unsurlarını kaybetmemek adına çatışmalara girmekten kaçınması ve örgütsel ajandasını gizlemesi Suriye'de sıklıkla eleştiriliyor. Öte yandan örgütün El Kaide ile organik bağı olup olmamasından bağımsız olarak, fikri anlamda kendisini o retoriğe ait görmesi örgütün Suriye devrimiyle münasebetini sorgulanır hale getiriyor. Pek çok Suriyeli için Hurraseddin grubu, Suriye devriminin idealleriyle ilgisiz hedeflere sahip. Örgütün askeri eylemleri de bu görüşü doğrular nitelikte. Suriye'nin dağlık kesimlerinde etkili olmaya çabalayan Hurraseddin grubu, daha çok gerilla tarzı operasyonlar düzenliyor. Anlaşılan o ki grubun gelecek vizyonu, Suriye'nin dağlık kesimlerinden Lübnan'a kadar uzanan bir gerilla hattı oluşturmak. Dolayısıyla bu hedef farklılığı Suriye devriminin lokomotifi konumundaki gruplarla Hurraseddin arasında bir fay hattı konumunda. Her an kırılmaya namzet bu fay hattı, bugün Tahriru'ş Şam ile Hurraseddin arasındaki çatışmalara yol açtı. Ancak Suriye’de sahanın gösterdiği bir gerçek var ki, iki grup bir kere çatışma noktasına gelirse birisi diğerini bitirene kadar süreç devam ediyor. Hatta Ahrar ve Tahrir arasındaki çatışmalardan anlaşıldığı kadarıyla taraflardan biri yorulunca verdikleri kısa ateşkes molaları, nihai sonucu sadece bir miktar uzatıyor.

'Tekfir' kavramının bulaştığı çatışma bölgelerinde yaşananlar bir şekilde Tahriru'ş Şam grubunun görüşüne tesir etmiş gibi görünüyor. Bu duruma karşı eskisine nazaran çok daha sertler. Grubun lideri Ebu Muhammed el Colani, Irak İslami Devleti bünyesinde sıradan bir komutanken grubun Irak'ta yapıp ettiklerini herhalde bihakkın müşahade etmiştir. Suriye'ye yolu düşen yabancı savaşçıların aktardığı bilgiler neticesinde büyük bir ihtimalle grubun liderleri Afganistan, Çeçenistan ve Filistin cephelerinde neler yaşandığından da haberdarlar. Tekfir eğiliminin Çeçenistan'daki savaşı ne hale getirdiği, bu fikrin Afganistan'daki yabancı savaşçıları nasıl birbirine düşürdüğü, Filistin'de ne kadar kerih görüntülere sebebiyet verdiği açıkça görülmüş olacak ki, bugün çatışma sahasında tekfir fikrine gösterilen müsamaha tükenme noktasında.

‘İç savaşın içerisindeki iç savaş’ görüntüsü en hafif ifadeyle 'şık' değil. Son tahlilde düne kadar yan yana mücadele edenlerin bugün yüzlerini birbirine dönmeleri de üzücü. Peki sorun sadece şık olmayan görüntü ve insanların birbirine düşmesi mi? Girdiği her bölgede şık olmayan bu görüntüyü bir şekilde doğuran ve kendisine ‘Müslüman’ diyen insanları birbirine düşüren ‘tekfir fikri’ni sıradan insanların gündemine sokanlarla hesaplaşılması mümkün olacak mı? Çünkü böylesi bir hesaplaşma yaşanmadığı sürece bir gün önce aynı düşmana karşı omuz omuza savaşanların, ertesi gün birbirine düşmesine neden olan zaaf ortadan kaldırılamayacak.

Editör Masası